Olması Gerekenden Farklı Olanın Olgusu: “The Uncanny”

3–5 dakika

Son yıllarda teknolojinin ilerleyişinin yanı sıra, belli diziler ve filmlerle beraber de hayatımıza dahil olan bir kavram: “Uncanny”.

Kelime anlamı olarak “tekinsiz” ve “acayip” gibi anlamlar taşıyan bu sözcüğün psikolojideki karşılığı sandığınızdan daha da geniş. Bu kelime, insan beyninde görünüş itibarıyla gerçeğe çok yakın olmasına rağmen tehlike ve korku hissi uyandıran objeler için kullanılıyor.

Yani beynimiz, bu varlığı gerçek dünyadaki bir başka nesneyle yüksek miktarda örtüştürebilmesine rağmen yüz veya bedenini orantısal olarak bire bir uyumlu bulmadığı için bir tür bilinmezliğin içerisine yuvarlanıyor ve bu bilinmezlik bizim ürpermemize, uyarılmamıza sebep oluyor. 

Bu kavram, çoğunluk tarafından çeşitli maskeler, kuklalar, palyaçolar ve insansı robotlar için kullanılıyor. Coulrofobi ve pupafobi gibi korkuların ardında bulunan sebebin de özünde bu olgu olduğu düşünülüyor. Yani toplumsal korkuya dokunmak isteyen film ve kitap sektörünün teşekkür etmesi gereken kişi aslında “Uncanny”!

Son yıllarda izlenme rekorları kıran Joker ve IT gibi filmlerdeki başkahramanların neden birer palyaço olduğunu hiç düşündünüz mü? Soytarılar ve palyaçolar hiçbir şey yapmadan öylece dursalar bile pek çok insana ürkütücü gelir. Bunun başlıca sebebi, yüz boyalarında kullanılan kireç beyazı boya, burun ve ağızdaki parlak renkler ve bu renklerin hayat bulduğu enteresan şekiller…

Beyin, karşısındakinin canlı mı yoksa cansız mı olduğunu ayırt etmeye çalışıyor. Bunu yaparken de en başta ten rengine bakıyor ve karşısında bembeyaz bir insan görüyor: “CESET!” diye düşünüyor beyin. Ancak bu kişi hareket ediyor ve böylelikle aklımız karışmaya başlıyor.

Hemen ardından yüzü incelemeye başlıyoruz: Devasa bir ağız, üstelik çevresi kıpkırmızı! “Bu vahşi bir canlı olmalı,” diye düşünüyor beyin ve daha da çok korkmaya başlıyor, bizi adeta kaçmamız için uyarıyor. 

Aşırı büyük yüz hatları ve parlak renkler kadar, insansı robotlarda sıklıkla kullanılan düz, ifadesiz ve kıvrımsız yüz yapıları da insan beynini rahatsız ediyor. Bu robotların göz kırpma sıklığının sıradan insanlardan düşük olması da onlara içine düştükleri bu can sıkıcı durumda hiç mi hiç yardımcı olmuyor.

Neden mi? Çünkü bilimsel olarak psikopatlar ve sosyopatlar da düşük sıklıkta göz kırpma ve duygularını belli etmeme gibi özelliklere sahipler!

“Ben karşımdaki bu kişinin hislerini anlayamıyorum, ne düşündüğünü bilmiyorum. Bu şey her ne ise, çevredeki olaylara gerektiği gibi tepki vermiyor. Bir gariplik var, huzurlu hissetmiyorum…”

Zihnimiz çok kısa bir süre içerisinde bunun gibi yüzlerce düşünceye maruz kalıyor ve bize ortamda bir tehlike unsuru bulunduğunu söylüyor. 

Çoğu zaman insan beyninin ne kadar ilkel olduğunu ve tamamen hayatta kalmak için tasarlandığını unutuyoruz. Ancak fobilerin arka planında olaylar tam olarak bu şekilde gerçekleşiyor. Uncanny hissinin bu şekilde canlı ve cansız ayrımı yapmaya yarayan ilkel bir his olduğu üzerine var olan fikirlerin yanında, çok eski zamanlarda insana benzeyen ancak insan olmayan bir başka canlının varlığına işaret ettiğini düşünen teoriler de mevcut.

Cinler, periler, uzaylılar ve hayaletler üzerine yazılmış halk hikâyeleri ile beslenen bu görüşün biraz yanlış olduğunu düşünsem de tersini ispatlamam elbette ki mümkün değil sevgili okur.

Ancak ben bu döngünün tam tersi yönde işlediği konusunda ısrarcıyım: Halk hikâyeleri, gerçeklerden esinlenen ve insanın yoksunluğunun yarattığı korkuyla harmanlanan birer anlatıdır yalnızca.

Esinlenilen bu gerçekler ise insanı taklit eden canlılar, hayaletler, cinler değil; tüm bu korkuların ortaya çıkma sebebi olan ölümdür. Ölüm anı, ceset ve sonrasında yaşanılacak olan olayların belirsizliği asıl gerçektir. Esasında, daha önce de bahsettiğim gibi, bilinmezlik dışında bir ürperticiliği yoktur.

Boş Mekanların Verdiği Huzursuzluk

Popüler korku kültüründe yaygınlaşan bir diğer kavram da “liminal space” adı verilen mekânlardır. Bu mekânlar, günlük hayatın içerisinden seçilir: okullar, alışveriş merkezleri, oyun alanları… Tek fark, bu alanların nedense bomboş olmasıdır.

Bu gibi yerlerin fotoğraflarına bakan kimi kişiler huzur, rahatlık gibi olumlu duygular hissederken kimileri ise korku ve yalnızlık gibi olumsuz hislere kapıldıklarını belirtirler.  

Bu olumsuz hislerin gerçekleşme sebebi de aslında ilkel düşünce sistemimizdir. Korkular, en başta gerçeklik hissini yitiriyor olmamızdan ileri gelir ve bizi bir rüyanın içerisinde olduğumuza inandırır. Bir şeyin gerçek olmayışı da bizi en az cansız oluşu kadar uyaran bir olgudur.

Diğer sebep ise beynin “neden” arayışından doğar: “Burası boş ama neden?” Bir yerde hiç insan yaşamıyorsa orada ya canlılık için yeterli kaynak yoktur ya da yaşam için başka bir tehdit unsuru — avcılar, doğal afet, katliam gibi — bulunuyordur. Her iki durumda da kendimizi güvende hissetmeyiz ve buradan bir çıkış yolu ararız.

Son iki yazımda da gördüğün gibi, sayın okur, korkularımızın daima bir sebebi var. Zihnimizdeki korkunun köküne indikten ve içini açıp aslında ne kadar basit bir kaynağı olduğunu gördükten sonra, her şeyin bizim için ne kadar basit bir hale bürünebileceğini fark ettiğimizde bakış açımız da güzelleşecek. Size çok ama çok güzel bir gün dilerim. 

Collective Spark sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin