Az, çok ama çok az zaman var sevgili okur. İlk yedi yılı hemen hemen hatırımda bile olmayan ve sonraki yaklaşık on altı yılı da sınavlar ve okul ile geçmiş olan bir yaşam kalacak ellerimizde.
İnsanın ortalama yaşam süresinin yetmiş beş yılından çıkarıp atılmış yirmi üç yıl…Ne kaldı ki geriye?
Günlerinin yarısı işe gidip gelmekle geçecek olan elli iki sene, yirmi dört saatin yalnızca yarısını değerlendirme şansına sahip olduğumuzu göz önünde bulundurursa kalan vaktimiz yalnızca yirmi altı yıl. Bu yirmi altı yılı nasıl yaşamalı insan, yirmi altı yıl nasıl yaşanır ki?
Böylesine bir soru insanı Budist olmaya itiyor öyle değil mi? Bir kez daha dünyaya gelmek istiyor insan, hayır sonsuz bir mutluluk değil! Bir kez daha gelmek, bu sefer farklı seçimler yapmak ve bir başka son yaşamak.
Cenneti vaat ediyorlar bize, oysa biz günahlarımız ve sevaplarımız ile beraber tüm insanlığımızla bir kez daha ve bu sefer daha iyi biçimde dünyanın tadını çıkarmaktan başka bir şey dilemiyoruz.
Cennete gidersem baharın burnuma getirdiği o kokuyu bir daha alabilecek, güneşi tenimde bir kez daha alev alev hissedebilecek miyim? Hissedeceksin diyecekler, orda bütün güzel şeyler var.
Peki ya benim istediğim 8 yaşından beri sahip olduğum polen alerjimse ya ben kokuyla beraber bir kez daha ardı ardına hapşırmak istiyorsam? Ya istediğim şey güneşin beni yalnızca ısıtması değil derimi yakıp kavurması ve annemin bir kez daha yanık yerlere yoğurt sürmesiyse?
Tanrının cenneti dünyanın güzellikleri kadar çirkinliklerini, çok özleyeceğim ancak onsuz asla yapamayacağım berbat yanlarını da verecek mi bana? Öyleyse cehennem gelecek aklıma, hayır aynı şey değil. Hiçbir ebedi ceza veya ödül bir kez daha yaşamak kadar paha biçilmez olamaz belki de.
Çok uzun zaman önce izlediğim bir videodaki kadın şöyle demişti:
“İneğe cennete gideceğini söylerseniz uçsuz bucaksız ve yeşil bir çayırdan başa bir şey aklına gelemez. Herkes için cennet farklı bir yerken onu nasıl kendimize göre bir hayale bağlayabiliriz.”
Bu söz bana biraz da eğlenceli fikirler veriyor. Diyorum ki: Belki de ben çoktan öldüm, göçtüm buralardan ve cennete gittim; orada Allah benim en büyük dileğimin bambaşka şekillerde yeniden yaşamak olduğunu gördü ve bana bir dünya illüzyonu verdi.
Bu fikir beni rahatlatıyor ve bu noktada aslında Budistlerin ne kastetmeye çalıştığını çok daha iyi anlıyorum. Bir bakıma da benim dünyayı tekrar isteme sebebim bundan daha iyi bir yeri hiç görmemiş olmam da olabilir elbette!
Tıpkı bir ineğin çayırdan başka hiçbir şey görmemiş olması gibi, ben de yaşadığım bu kusurlu dünyadan başka bir yerde bulunma fırsatına asla sahip olmadım.
Belki de mesele kalan zamanın hesabını yapmak değil; asıl mesele, bu kusurlu dünyanın içimize işleyen yanlarını kavrayabilmek. Çünkü ne kadar eksik, yaralı ya da dengesiz olursa olsun, dünya kendi çirkinlikleriyle bile benzersiz.
Bizi insan yapan tam da bu düzensizlik değil mi? Kırılan tabaklar, aceleyle söylenmiş pişman sözler, çocukken düşüp kanattığımız dizler… Cennetin bu kusurları bize geri verebileceğinden emin değilim.
Bu yüzden belki de cenneti hayal ederken bile dünyayı düşünüyoruz. Bir daha doğmak, aynı polenlere hapşırmak, aynı güneşte yanmak, aynı saçma tartışmalara girmek… Belki de sonsuz bir mutluluk değil, yalnızca ikinci bir şans arıyoruz: aynı yollardan geçip farklı adımlar atmak için.
Ve belki de bu, bizim hayal edebileceğimiz en büyük ödül: bir kez daha, aynı dünyada, aynı gökyüzü altında, aynı hataları yapma ihtimaliyle yeniden yürümek. Belki Tanrı cennet dediğimiz şeyi, tam da bu yüzden, bir illüzyon gibi karşımıza koyuyor: Çünkü hayal ettiğimiz tek gerçek, bir kez daha deneme fırsatı.
Belki çoktan öldüm ve cennetteyim, belki bu dünya çoktan Tanrı’nın bana sunduğu o ikinci şans… Belki de hepimizin paylaştığı gizli özlem bu: kusurlarıyla beraber aynı hikâyeyi yeniden yazabilmek. Eğer öyleyse, bu dünyadaki bütün eksiklikleri, bütün yaraları ve bütün yanlışlıklarıyla beraber, ne garip bir mutluluk bu.

