Joker: Bir Toplum Aynası Olarak Trajedi

2–3 dakika

Bir karakter düşünün… Hayat tarafından defalarca itilmiş, toplumun gözünde hiçbir zaman “normal” olamamış ve en sonunda görünmezliğini şiddetle görünür kılmaya karar vermiş.

Joker filmi, sadece bir süper kahraman evreninin kötü karakterine hayat veren bir yapım değil; aynı zamanda modern dünyanın iç karartıcı bir aynası gibi.

Stuart Hall, medyada oluşturulan anlamların tek bir doğruya dayanmadığını söyler. Yani bir film ya da haber, onu yazan kişinin vermek istediği mesajı taşısa da, onu izleyen her birey farklı bir bakışla anlayabilir. İşte Joker tam da bu noktada güçlü bir örnek. Çünkü film, her izleyicinin kendi hayat deneyimlerinden yola çıkarak farklı anlamlar çıkarabileceği çok katmanlı bir anlatıya sahip.

Film boyunca Arthur Fleck’in hayatına tanık oluyoruz. Babasız büyümüş, ruhsal problemlerle mücadele eden ve toplum tarafından sürekli dışlanan biri o. Sokakta dayak yiyor, işinden kovuluyor, devletten aldığı psikolojik destek kesiliyor. Adım adım, bir insanın nasıl kırıldığını ve sonunda nasıl patladığını izliyoruz. Bu noktada Joker’in ilk cinayetini işlediği metro sahnesi, aslında sadece bireysel bir tepki değil; sistemin adaletsizliğine, görmezden gelinmişliğe karşı bir isyanın ilk adımı.

Arthur’un hayatında en çok ihtiyaç duyduğu şey sevgi, şefkat, belki de bir baba figürü. Bunu televizyonda izlediği komedyen Murray Franklin’de bulmaya çalışıyor. Ancak beklediği şefkatin yerini alay alınca, Arthur için bu bir kırılma anı oluyor. Bu sahne, gösteri toplumunun iç yüzünü ortaya koyuyor: Sahnedeki insanlar eğlendirirken aynı zamanda toplumu da şekillendiriyorlar. Arthur için bu sahte temsilin yıkılması, Joker kimliğine geçişin son perdesi oluyor.

Ve sonra… Bir adam, artık toplumun kurallarına uymuyor. Kurallar zaten onun için hiçbir zaman işlemedi ki. Bu yüzden Joker’in hikâyesi, sadece bir katilin doğuşu değil; sistemin dışladığı bir bireyin, kendi adaletini yaratma çabasıdır. Doğru ya da yanlış olması bir yana, izleyicinin kendine şu soruyu sormasını sağlar: “Acaba ben olsaydım ne yapardım?”

Burada filmin belki de en çarpıcı yönü ortaya çıkıyor: İzleyici, bir katille empati kurmak zorunda kalıyor. Bu rahatsız edici, hatta korkutucu bir durum. Ama bir yandan da çok gerçek. Çünkü hayat, siyah ve beyaz kadar net değil. Herkesin içinde bir kırılma noktası var ve bazen o nokta, sadece küçük bir tetikleyiciyle gün yüzüne çıkabiliyor.

Joker’in anlattığı hikâye, toplumun en alt katmanında yaşayanların haykırışı olarak da okunabilir. Adaletsizlik, eşitsizlik, değersizlik… Tüm bunlar birikir ve bir gün patlar. Filmde başlayan isyanlar, yalnızca bireyin değil, sınıfın da bir başkaldırısıdır. Arthur’un hikâyesi, aslında binlerce insanın sesi olabilir. Bu yüzden de etkileyici ve rahatsız edicidir.

Sonuç olarak Joker, sıradan bir kötü karakterin değil, görmezden gelinen milyonların trajedisini anlatıyor. Hem de öyle bir anlatıyor ki, izleyici katille empati kurmak zorunda kalıyor. Belki de bu yüzden film, sadece sinemada değil, içimizde de uzun süre yankılanıyor. Çünkü hepimiz, bir noktada Arthur’un o trajik gülüşünde kendimizden bir parça buluyoruz.

Collective Spark sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin