Tavandaki örümcek ağlarınızı en son ne zaman temizlediniz sevgili okur? Ben bunu yapalı herhalde bir aydan fazla olmuştur, üstelik görüyorsunuz ya evimde bir örümcek dahi yok!
Eğer evinizde bir iki toz tavşancığı yahut örümcek ağı gözünüze çarptıysa canınızı sıkmayın çünkü yalnız değilsiniz, karakterimiz de tam olarak aynı sıkıntıdan muzdarip hayalci bir genç. Bugün sizlerle, Fyodor M. Dostoyevski’nin ‘Beyaz Geceler‘ adlı kitabı üzerine çene çalmak amacıyla buluştum.
Bilirsiniz aşk insanın aklını başından alır; tanrının tamamen sağlıklı yarattığı bir insanı parmağına dolayıverir, onu sağır ve kör eder. Ne diyor Yıldız Kenter:
“…Hep dalgınım bu günlerde, saati cezveye koyup yumurta tutuyorum. Bi’ gün takvime bakmasam yılı unutuyorum. Aklım başıma gelmiyor başıma çarpmadan dallar…”
Bu öyle bir ateşli hastalıktır ki insan kimi zaman kendi adını bile unutur. Belki de bu sebeple hikayemizde sevilen güzel kadının yani Nastenka’mızın adını defalarca hem aşk dolu haykırışlarda hem de tesellilerde duymamıza karşın, onu seven kahramanımızın adını -yetmiş iki sayfa boyunca- kimseden işitemedik.
“Uyandığımda kulağımda sanki çok eskilerden duyup sonradan unuttuğum tanıdık bir ezgi çalınıyordu. Sanki hayatım boyunca kalbimde gürültü ediyormuş gibi görünen ama ancak şimdi ortaya çıkan bir ezgi.”
Yalnız yapayalnız bir halde yatağında yahut zeminde otururken hangimiz kulağında sağır edici bir gürültü duymamıştır ki? Yalnızlığın parazitli sesi boş bir radyo istasyonu gibi kulağında cızırdar insanın. Ne bir soru sorar bu ses ne de bir cevap arar, bir hedefi dahi yoktur pek çok zaman. Fakat biri gelip ışıkları açana yahut örümcek ağlarını temizleyene dek devam eder.
Kendinden bir parça bulana dek içindeki boşluğu kasvet ile doldurur insan, güneş çıkana dek fırtınalar devam eder ve bu kakafoniden gizlenebileceğimiz tek sığınak yine iç dünyamızdır. Ancak yüzyıllardan beri tanıdığımızı hissettiğimiz genç bir el uzanıp bizim parmaklarımızı çekinerek tuttuğunda tüm bu kargaşa belirgin ve hoş bir melodide beden bulur.
Tüm bunlara rağmen bir önceki yazımda da belirttiğim gibi, iki kişinin birbirini aynı anda sevebilmesi de bir mucize sayılır. Kitabımızın zıtlığı da bu noktada bulunuyor, kıymetli Nastenka bizi yalnızca bir arkadaş olarak görüyor. Buna rağmen canı yandığında veya mutlu olduğunda dört gece boyunca, saat tam onda bizimle aynı banka oturuyor. Ne büyük zevk, ne büyük mutluluk!
Eğer, diyebilirsin sevgili okur “Eğer bizi bir dost olarak görüyorsa pek tabii bizi bir gün sevebilir de!” Maalesef, Nastenka’nın kalbi bir başkasına ait, üstelik onu iki gece boyunca üzen birine…
“Ne için o siz değilsiniz ki? Niçin o size benzemiyor ki? Onu daha çok sevmeme rağmen, siz daha iyisiniz.”
Burada kiminiz bu naif kadının, kahramanımızın duygularıyla oynadığını düşünebilirsiniz. Hatta belki de doğru da düşünmüş olursunuz. Yine de bana kalırsa burada önemli olan ve dikkat etmemiz gereken şey Nastenka’nın çaresizliğidir. Kalp bir kez birinin adını andı mı, bir tekerleme gibi durmaksızın onu sayıklar ve yeni şeyleri öğrenmede çocuksu bir inatçılık sergiler. Kim aksini iddia edebilir?
Bir yıl boyunca tek bir adamı – üstelik kör ninesinin eteğine iğneli halde – beklemiş genç bir kadın için bu süre bir ömür gibidir. Aynı evde aşkını anlatabileceği bir hizmetçisi bile bulunmamaktadır zira hizmetçileri sağırdır. Bu şekilde ne güzelliğini görecek sevgi dolu bir nineye ne de onu duyabilecek birini sahip olan Nastenka için ona hayranlıkla bakan ve anlattığı her şeye kulak kesilen, üstelik ona “onu yıllardır seviyormuş gibi içten ve kardeşçe” nasihat veren bir dost bulmanın değerini belki biraz daha iyi anlatmış olurum.
Ömründe yalnızca iki adamla konuşabilmiş olan bu kız için ona daha iyi davranan birini, kalbinin vazgeçemediği eski aşkı yerine arzulamak kadar doğal bir tepki yoktur. Lütfen beni yanlış anlamayın sevgili okur; tabi ki bu davranışı, bu kalp kırıcı sözleri haklı bulmuyorum. Sadece hiçbir karakterin tam anlamıyla suçlu olmadığının altını çizmeyi önemsiyorum.
“Eğer bir gün âşık olursanız, tanrı size sevgilinizle mutluluklar versin. Seveceğiniz kız içinse böyle bir dileğim yok, ne de olsa sizinleyken kesinlikle mutlu olacak.”
Ah, Nastenka! Aşkı kabul görmeyen bir adam için onu daha fazla üzebilecek ne söyleyebilirdin ki?
Sevilmediğini bilmekten daha da kötüsü, sevilebileceğini bilmek ancak bu mevkiye erişemeyeceğinin de farkında olmaktır oysa. Tıpkı ona verilen her işi en iyi şekilde yapan, dosyaları mükemmel şekilde düzenleyen, ofisin tüm ayak işinin yıkıldığı çalışanın – ondan başkasının angarya olarak nitelendirilebilecek şeylerle böyle titizlikle uğraşmayacağı bilindiği için – asla terfi ettirilmemesi ve ne kadar çalışırsa çalışsın ayın elemanından öteye gidememesi gibi…
Kitabımızın tamamını en iyi özetleyen ve aşkın tanımını en güzel şekilde aktaran paragraf bana kalırsa işte buydu:
“Demek istediğim şu ki; tanımadığım bu adamı sevseniz, sevmeye devam etseniz, ben gene de sizi deli gibi sevecek ama sevgimin size yük olmaması için elimden geleni yapacaktım. Siz yalnızca her an sizin için çarpan, minnet dolu, sımsıcak bir yüreğin yakınlarınızda olduğunu bilecek; yalnızca bunu anlayacaktınız. Hem öyle bir yürek ki… Ah, Nastenka, Nastenka!..”
Sevmenin, sevme eyleminin karşılığı olması gerektiğini düşünmek çocukçadır. Herkes aşkın karşılıklılığının mucizevi bir olay olduğunu bilir, aşkı bu kadar yürek titretici ve heyecan verici yapan da budur zaten.
Peki, kitabımızın sonunda ne mi oluyor? Matrona, karakterimize sonunda örümcek ağlarını tavandan temizlediğini ve artık arkadaşlarını eve çağırabileceğini, eğlenceler yapabileceğini söylüyor!
Kalbi kırılmış kahramanımız ise etrafta her zamankinden daha kalın örümcek ağları görüyor. Bu demektir ki mutluluk ve aşk insanın zihnini temizleyebileceği ve onu yeniden evinde hissettirebileceği kadar onun iç dünyasını daha da karartma ve güzel bir deneyim olmaktan ziyade onu daha da karanlığa sürükleyebilme kudretine sahip birer olgudur.
Ancak sevgili okur, şimdi bana söyleyin:
“Hangimiz bu riski almak istemeyiz ki?”

