Uzun zamandır hayalini kurduğum yerlerden biriydi İtalya. Tarihiyle, sokaklarıyla, yemekleriyle… O uçsuz bucaksız sokaklarda kaybolmak, her köşeyi didik didik gezmek istiyordum ve sonunda, Paris’in ardından yükselen heyecanımla Como’ya doğru yola çıktım. Bazen insanın karşısına çıkan şeyler beklediğinden bambaşka olabiliyor — güzel bir sürpriz gibi.

İlk durak: Como
Como’ya vardığımızda, şehrin ilk hissi huzur oldu. Küçük ama bir o kadar da düzenli ve temiz. Sokakları labirenti andıran dar geçitlerle örülüydü; yürürken yönünü kaybediyorsun ama bu kaybolmuşluk, insana garip bir güven duygusu veriyor. Sahile indiğimdeyse içimi nostaljik bir his kapladı. Kadıköy’den Sarıyer’e vapurla gidiyormuşum gibi hissettim… Sarıyer’i her yerde hatırlayacak kadar sevdiğimi burada fark ettim. 🙂
Como sokaklarında biraz gezdikten sonra lazanya yapan sevimli bir restorana oturduk. Normalde çok lazanya seven biri değilim ama buradaki gerçekten çok güzeldi. O an anladım ki bazen bir yemeği sevmek için doğru yerde yemen yeterli olabiliyor. Como’yu sevdim ama orada yaşar mıydım bilmiyorum…

Sonraki durak: Milano
Como’da çok kalmadan rotamızı Milano’ya çevirdik. Milano’dan beklentim oldukça yüksekti ama sanırım ağustos ayı Milano için pek doğru bir tercih değildi. Hava çok sıcaktı ve kalabalıkta yürümek zaman zaman bunaltıcı olabiliyordu. Yine de seyahatin ruhuna kapıldım ve gezmeye devam ettim.
İlk etapta tarihi yerleri gezdik. Fortezza Kalesi’ni dışarıdan inceledik ve çevresindeki heykel parçaları oldukça ilgimi çekti. Ardından Milano’nun kalbine doğru yürümeye başladık. Milano Duomo’sunu gördüğümde etkilenmedim desem yalan olur ama itiraf etmeliyim ki Prag ve Viyana sonrası beni çok “wow” etkisiyle sarmadı. Elbette, 579 yıllık bu görkemli katedrali görmek etkileyiciydi ama belki de beklentim çok yüksekti.

Dünyanın en ünlü moda markalarına ev sahipliği yapan Vittorio Emanuele Galerisi’ni gezdik. İçerisi göz kamaştırıcıydı ama maalesef boğa mozaiğinin üstünde dönmeyi unuttum. 😦 Ferrari mağazasına girme cesaretini ise gösteremedim, şimdi geriye dönüp bakınca hafif bir pişmanlık hissi de kaldı içimde.
Milano’da bolca alışveriş yaptım. Aslında seyahat boyunca fazla alışveriş yapmamıştım ama Milano beni cezbetti diyebilirim. Bu da sanırım şehri tam tanımadığımın bir kanıtıydı 🙂

Hayatımın En Tatlı Tesadüfü: LEGO Pasaport
LEGO Pasaport’u uzun zamandır biliyordum ama yurt dışına çıkıp onunla gerçekten karşılaşacağım hiç aklıma gelmemişti.
Milano sokaklarını gezerken karşıma bir LEGO mağazası çıkınca hemen içeri girdim ve bir anda LEGO pasaportu aklıma geldi. Mağaza görevlisine sorduğumda ücretsiz olarak verdiklerini söyledi. Bu cevaba birlikte gülümsedik. Heyecanımı çok tatlı bulmuş olacak ki “çok tatlısın” dedi ve sarıldı. Ve böylece Milano, LEGO pasaportuma aldığım ilk damganın şehri oldu. O küçücük damga, bir anda koca bir mutluluk getirdi bana.
Mağazada biraz daha dolaştım ve tabii ki dayanamadım birkaç farklı LEGO anahtarlık aldım. Şimdi o ilk damga, pasaportumun en baş sayfasında duruyor… ve biliyorum ki bu sadece bir başlangıç.

Ve tabii ki kahve!
Milano’da dünyanın en prestijli Starbucks şubelerinden biri olan Reserve Roastery’e gittik. Normal Starbucks’lardan çok daha farklı bir yerdi. İtalya gibi kahvenin ciddi bir kültür olduğu bir ülkede Starbucks da buna uygun özel bir stratejiyle içeriyi tasarlamış. İçeri girdiğinizde kahve öğütüm makineleri, çeşitli demleme teknikleri, endüstriyel ama zarif tasarımıyla etkileyici bir atmosfer karşılıyor sizi.
Hayatımda ilk defa bir Starbucks’ta bu kadar keyif aldım. Burada size sadece kahve vermiyorlar, bir deneyim sunuyorlar. Bu beni gerçekten etkiledi.
Arkadaşlarım “Whiskey Barrel-Aged Experience” denedi — ve onların söylediğine göre gerçekten çok iyiydi. Ben de biraz tattım, ve onlara hak verdim. Tatlı sevdiğim için ben “Strawberry Silver Needle Spritzer” aldım; ferah, aromatik ve tam yaz havasına uygun bir içecekti.
Kahve molamızdan sonra Venedik’e gitmek üzere yola çıktık. Yorucuydu, evet, ama kalbimi ve ruhumu besleyen bir gün oldu. Bekle beni Venedik, geliyorum…

