İki şiir seçtim bizim -siz ilgili okuyucular ve ben- için. Şiire geçmeden yazmak istediğim bir düşünce var. Roman, öykü, deneme… Tüm türlerin yeri ayrıdır elbette ama şiir neden bir başka gelir?
Harry Potter’daki genişletme büyülü çantayı bilir misiniz? Sanki aynı büyü mısralara yapılmış gibi bir şiirin içinden kocaman duygular, kocaman öyküler çıkar aslında. Bir şiiri okuyup geçmek başka, onun altında gizlenmiş anlamları kazıyarak çıkarmak bambaşkadır. Belirtmek gerekir ki herkesin anlamı kendine, değil mi?
Ne demiş Tanpınar? “Şiirde anlam aramak, eti için bülbülü öldürmek gibidir.”
Şimdi ben de bana dokunan iki şiirin bende uyandırdıklarının bir kısmını paylaşacağım sizinle.
İlk şiirimiz:
Bir Fotoğraftan Toprağa Bakarak
Ne olurdu
Ölüler yılda bir gün
Evlerine gelseydi.
Ne yanlış olurdu
Hükmünde senin
Sen hiç kimseyi
Özlemez misin?
Bir ben mi
Hatice diye diye…
Ölüm, senin de
Yalnızlığın değil mi?
Ne olurdu
Mezarla yılda bir gün
Bizimle konuşsaydı. (İnsan Bir Eksik Sözdür)
Bir kaybı iliklerime kadar hissettiğimi söyleyebilirim. Biliyorum, yazarlar ve şairler hissetmedikleri şeyleri de yazabilir ancak bir ölüyü bari yılda bir kez olsun görmek istemek… İşte burası belki de hisseden için bir romana bedel.
Mesela ilk kısımda ben bir adam düşünüyorum. Öyle güzel sevmiş ki bu adam, sevdiği başka bir dünyaya gitmiş ve adam onun yokluğuyla baş başa kalıyor hayatta.
İkinci kısımda inandığı yaratıcıya karşı konuştuğunu düşünüyorum. Burada inançlı bir adama dönüştü düşündüğüm adam. Yaratıcıya seslendiği için değil, nedendir bilmem. Şöyle kurguladı zihnim: Adam inançlı ama acısı o kadar baskın geliyor ki inandığı yaratıcıya karşı göğsünde hissettiği acıyla böyle konuşuyor içinden. Acı -belki de çaresizlik- normalde yapmayacağı şeyler yaptırıyor insana.
Üçüncü kısım… Gerçekliğe dönersek gerçekte Hatice Hanım, Şükrü Bey’in eşi. Henüz üç kitabını okudum ama hepsinde de geçiyor adı bazen Hatice Hanım ve bazen de Ömür Hanım olarak. Eşine olan duyguları, bazen onun ölümüyle kendini eksik hissetmesi gibi birçok şey barındırıyor. Şükrü Erbaş eşinin adında. Burada da geçiyor ya, belki de gerçek olduğunu düşünmek insanı bu kadar derinden etkiyen ve bana okurken size anlattıklarımı kurduran.
Son kısımda bu adamı bir mezarın başında düşünüyorum. Adam farklı farklı günlerde gidiyor mezara. Eşiyle konuşuyor olanı biteni, tıpkı eşi ölmeden önce yaptığı gibi. Tek fark, eşi cevap vermiyor artık. Adamın zihnine ilk zamanlar eşinin sesi ve duysa vereceği tepki net bir şekilde düşerken zaman, adamdan bu netliği alıyor. Adam anlatıyor ama alamadığı karşılıklar içinde büyüyor. Bir gün konuşurken ağlıyor birdenbire karşıdan cevap gelmiyor diye.
“Ne olurdu kokunun da fotoğrafı olsaydı
Sesin fotoğrafı. Boşluğun fotoğrafı.” diyor şair “Otların Uğultusu Altında” kitabında. Bu düşündüğüm adamın eşine olan özlemi, işte buralardan da fışkırıyor. Öyle gerçek geliyor ki bu, çok sevdiğim ama başka dünyaya uğurladığım bir kişiye bir defacık sarılabilmek, onu bir defacık duyabilmek istediğim zamanları hatırlıyorum.
İlk şiir “İnsan Bir Eksik Sözdür” kitabındandı. Sayfaları çevirince aynı kitapta şu mısraları görüyorum:
Yas bitti, dediler
Yas tutsaydım, dedim
Ben de unuturdum. (İnsan Bir Eksik Sözdür)
Aynı adam biraz daha ayrıntı buluyor zihnimde. Eşinin ölümünden sonra çevresi onu toplamaya çalışıyor ama bir yanlış var! Adam yasta değil, adamın hayat sevinci o kadındı ve artık o kadın yok. Çevrenin anladığından daha derin bir hikâye bu. Yas bir görevdi sanki, çevresi gün saymış belki de. “Yasın da bir kuralı var. Bu kadar gün geçti, toplanma zamanın geldi.” der gibiler. Oysa eşi olsa anlardı adamı.
Yazık ki eşi gitti adamın. “Öldü” sözcüğünü yakıştıramadım.
İşte! Bir roman değil, bir öykü değil ama böyle bir forma bürünüyor zihnimde. Belki sizin zihninizde daha farklı bir forma bürünmüştür. Ama işin güzelliği de burada işte.
“Yaşıyoruz Sessizce” kitabında şöyle yazmış Şükrü Erbaş:
“Ömür Hanım, iyi ki ben de seninle yaşadım dünyayı.”
Bir insanın pişmanlığı değil de “iyi ki” dediği olabilmek ne kadar değerli.

